Ceza Hukuku alanında hiçbir donanımı olmayanların da basitçe bilebileceği gibi cezalandırma sürecinin hikayesi intikamdan rehabilitasyona kadar uzanan uzun bir yol katetmiştir.
Cezalandırma sisteminin en erken dönemlerinde ceza, bir intikam biçimidir ve suçlu bulunan kesinlikle insan muamelesi görmez. İşkence, fiziksel ya da psikolojik taciz, toplum önünde aşağılanma, istismar töreni vb. Pek çoğu suçlulardan intikam almak isteyen bir toplumun başvurduğu cezalandırma yöntemlerinden idi. Örneğin Fransa’da devrim öncesi toplumsal yapının taşıyıcısı halk değil; hükümdar idi ve sanki halk hiç yokmuş gibi halkın karakteri hükümdarın bedeninde vücut bulduğundan (cést moi) topluma yönelik saldırı direkt hükümdara yönelik bir saldırı olarak addediliyordu. Saldırı neticesinde toplumsal bünyenin sarsılan egemenliğinin yeniden tesisi gerekli idi zira, saldırı toplumsal yapının kırılganlığını kanıtlıyor olduğu için, iktidar dengesinin yeniden sağlanması gerekiyordu. Suçluların bu iktidarın varlığını, saldırmaya çalıştıkları makamda ve kendi vücutlarında hissetmelerinin sağlanması gerekmekte idi. Bu sebeple acının en üst düzeye çıkartılması, hükümdarın sarsılmaz gücünün hem suçlu hem de toplum önünde hissedilmesi, gözler önüne serilmesini sağlıyordu. M. Facoult, “demek ki azap çektirmenin hukuki – siyasal bir işlevi vardır. Bir an için yaralanmış olan hükümdarlığı yeniden oluşturmaya yönelik törensel bir çerçeve söz konusudur. Onu tüm görkemi içinde dışa vururken ihya etmektedir.” demiştir Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde.
18. Yy’ın sonlarında ve 19. Yy’ın başlarında kişiler azap çekiyor ve aşağılanıyordu. Azap çekme iki aşamada gerçekleşiyordu; biri sorguda suçunu itiraf etmesi için ki masumiyet karinesinin zıddı bir uygulamadır diğeri ise yargılama sonunda cezanın yaptırımı olarak.
Günümüzde ise görece daha uygar bir cezalandırma sistemine geçildiği söylenmektedir. Rehabilitasyon suça karşı tercih edilen tepki olarak azap çektirme ve halkın önünde cezalandırmanın yerini almıştır. Suçluları basitçe cezalandırmak yerine, onları değiştirmeye, farklı bir yoldan topluma kazandırmaya çalışıyoruz. Ezcümle artık suç basitçe intikam gerektiren bir eylem değil; müdahale gerektiren bir davranıştır. Böylece suçlunun ıslah yolu ile toplum ile yeniden ilişkisinin tesisi sağlanmış olmaktadır.
Uygarlaşan dünyada yukarıdaki açıklamalar dikkate alındığında bir güvenlik tedbiri olarak tutukluluğun son çare ilkesi olması tutarlı görünmektedir. Ceza Muhakemeleri Kanunu’muzda da açıkça son çare olarak ve belirli şartların varlığı halinde bu tedbire başvurulabileceği söylenmekte iken, uygulamada maalesef böyle olmadığını özellikle siyasi davalar olarak addedilen davalarda kanunda sayılan şartların gerçekleşmediği olaylar açısından dahi tutukluluk kararları verildiğini görüyoruz. Tutuklama kararları Facoult’un da dediği gibi azap çektirmenin hukuki ve siyasi bir işlevi haline gelmiş görünmektedir. Halk aradan çıkarılmış ve saldırı direkt Gramsci’nin modern prensine yönlendirilmişçesine hedef şaşırtma ile ceza hukuku intikam alma aracı haline getirilmiştir. Siyasi davalar olarak addolunan davalarda tüm modern hukukun askıya alınmasının geri planında yatan maalesef yukarıda ifade edilenler çerçevesinde geçen yüzyılların ceza yargılamasına ilişkin, azap çektirmeye ve sarsılan iktidarın ihyasına ilişkin bir mantalitedir.
Bir taraftan klasik yargı sisteminin yaralarını sarmak fail ve mağdurun birbirini gözlemlemesine dayalı onarıcı adalete erişim hedefli uzlaştırma çabaları ile bir tedbir olarak uygulanması gerekirken “düşman hukuku” uygular gibi cezalandırma aracı olarak kullanılması büyük tezat oluşturmaktadır. Son dönemde tutuksuz yargılanabileceği açık olarak görünen muhalefet mensuplarının tutuklanmasının yanı sıra işi müvekkilini savunmak olan avukatlarının da tutuklanması hukuka hukukçuya olan saygı ve güveni azalttığı tespiti yapmak yanlış olmasa gerekir…